19 Ağustos 2011 Cuma

Genç Bir Adamın Düşündürdükleri

Sabah. Çok erken. Günün ilk ışıkları bunlar. Genç kadın bu saatleri çok seviyor. Elinde yıllar önce yazılmış mektuplar duruyor. Sayıca fazla değil. Çünkü mektubun yazıldığı dönem internet yeni yeni hayatımıza giriyor. Artık mektup yerine e-posta atmaya kendimizi alıştırmaya çalıştığımız yıllardan bahsediyorum.
O yıllarda derdimizi 140 karaktere sığdıramazdık. Duygularımızı anlatmak için roman bile yazmaya hazırdık. Yani benim kuşağımdan bahsediyorum, yaklaşık olarak 80 öncesi doğanlardan. Duygularımızı fazla ciddiye alırdık, tek kanallı televizyon çocuğu olduğumuzdan sanırım. Gözümüz açılmadı ki bizim. Neredeyse hepimizde televizyon kapanışlarının vazgeçilmezi rap rap yürüyen askerleri seyretmekten hafif bir askeri disiplin bile vardı, terbiyeli çocuklardık, demek istediğim.

Genç kadın sevdiği adamdan gelen mektuplara bakıyordu. Bir kelime bir cümle arıyordu. Yoktu, sanki öyllesine yazılmış durum bildiren mektuplar. Ne yapsın genç adam duygularını belli etmiyordu, etmeyi bilmiyordu. Böyle avutuyordu kendini genç kadın. Sadece bir cümle değil, cinsellik içermeyen bir dokunuş, bir bakış yakalamaya çalışıyordu sevdiceğinden.

-Ya seviyor belli edemiyor ya da sevmiyor belli edecek bir şey kalmıyor, ömrümü bitirecek bu çelişki, diyerek söylendi.

(Genç kadın benim neslimden olduğu için onu iyi tanıyorum.) Ama o kendisinin tanınmasından hoşlanmıyor. İnsanların açığını yakalamalarından korkuyor. Bir çok korkuları var. Bunlarala başa çıkmak zorunda kalıyor. Bu yazının konusu olduğu için üzülüyor. Kendini yiyip bitiriyor. En büyük özelliği derdini kimseye anlatmıyor, anlatamıyor. Anlamayacaklarını biliyor. Özellikle ilişkisini, sorunlarını kimseye açmazdı çünkü başkalarının fikirlerinden çok kolay etkilenirdi. Oysa herkesin bulunduğu şartlar farklıydı. Başkaları bunu bilmez. Onlar bütün sorunları aynı şartlar altında değerlendirirler ne büyük cehalet! Oysa tarih bile günümüz koşullarında değerlendirilmez.

En kötü yanı beklediği cevapları bulamayacağından dolayı soru sormaktan çekinmesiydi. Bu yüzden hayatta çok şey kaybetti. Bunları kayıp olarak görmezdi. Sevdiği adama "beni seviyor musun?" diye sorabilseydi; sormazdı. Evliliğe meraklı kızlar gibi görünmek istemezdi. Çünkü insan bir soru sormaya alıştırırsa kendisini "çocukları sever misin?", hatta kendini kaybederse "çocuk yapalım mı?" gibi akla hayale gelmeyen sorular sorabilirdi.

Sormadığı için cevabı kendi aradı. Ne yazık ki bulamadı.

Genç kadın bir zamanlar anlaşılmak için yanıp tutuşuyordu. Beni anlayacak anladığı gün çok sevecek, diyordu.

Sırf anlaşılmak için fırsat buldukça, kendisinden, sevdiği filmlerden, okuduğu kitaplardan, aşık olduğu yazarlardan, roman kahramanlarından, dinlediği müziğe kadar kendini anlatma çabasına giriyordu.

Çabalarının ne kadar boş olduğunu anlaması uzun sürmedi. Kendinden daha az bahseder oldu.

-Benim duygularım sizi ilgilendirmez bayım, demek gibi.

Artık duygularıyla ilgilenmesinler , neye üzüldüğünü, neye sevindiğini bilmesinler istiyordu. Polisten kaçar gibi duygularını insanlardan kaçırıyordu.

Duyguları yabancıların eline düştüğünde, kendisini başka bir insan yapmaya çalışacaklardı.

Korkardı kendine acınmasından. Güçlü görünmeye çalışırdı, öyle de sanılırdı.

3 yorum:

BANU dedi ki...

Ah biz...

lijepa djevojkaa dedi ki...

Ne olacak Banu bizim halimiz:))

verbumnonfacta dedi ki...

ahmet turan alkan'dan alıntılıyorum: Üç noktanın ima ettiğini, yeri gelir, bütün bir edebiyat şerhten aciz kalır. Ki harfler şüphesiz, sihir eseridir. İnsan hançeresinden çeşitlenen bütün sesleri, bir kaç çizginin sadeleğine sıkıştırır, yanyana gelir kelime olur; bu defa sesler 'anlam'ın gökkuşağı gömleğini giyer; tutuşturur, çıldırtır, gâma salar, müjdeler getirir, susturur, söyletir ama hiçbir harf ve kelime, üç noktanın imâ ettiğini kucaklayamaz.

Nokta dediğimiz adı üstünde noktadır işte. Geometrini başlangıç yeri, sözün sonudur. Kalemin kağıtle vuslatının ilk meyvesidir. Onları yanyana getirerek çizgiye, üç boyuta kalbedebilirsiniz; arada dünyalar gizlidir.

"İlim bir nokta idi onu cahiller çoğalttılar" sözü, size noktanın basitliğinde gizlenen olgunluk ve mükemmelliği çağrıştırabilse de, sıradan üç noktanın imâ ettiği mutlaka daha fazla bir şeydir. Çünkü üç nokta arasındaki mesafeye kendinizi koyabilirsiniz; hayalhanenizi, hislerinizi ve tasavvurlarınızı. Üç noktalık bir hacmi siz inşa eder ve orada kendinizi tarif edebilirsiniz.

O, bunu biliyordu. Askere giderken eşiyle son kere yalnız kaldığında demişti ki, "Eve gönderdiğim her mektubun sonuna üç tane nokta koyacağım; üç tane nokta... O üç nokta senin içindir, anladın değil mi?"

Hiç anlaşılmaz mıydı? Eski askerliklerin uzun yıllarında, derbeder fasılalarla eve gönderilen her mektubun sonunda hep o üç nokta vardı.

Analar, babalar, teyzeler, amcalar, komşular ve tanıdıkları hatırlarının sorulmasına memnun oluyorlar, dualar gönderiyorlar ama mektubun sonundaki o üç noktaya hiç mi hiç dikkat etmiyorlardı.

"Üç nokta"nın muhattabı ise her defasında bir öncekinden leziz hasret ve aşk cümleleri okuyordu. Hiçbir edibin o güne kadar kaleme almaya muvaffak olamadığı güzellikteki aşk mektupları, üç noktanın içindeki daracık mekanda, her defasında ter-u taze sevgi kelimeleriyle uzun yolculuklar ediyor, günlerce kayınbabanın emekli cüzdanında, kayınvalidenin En'am cüzünün arasında bir muska ihtimamı ile gezdirildikten sonra lütuf kabilinden gelin hanıma da gösteriliyordu. Onun mektupta yazılanlara aldırış ettiği yoktu; son satırın sonundaki üç noktayı arıyor, buluyor, okuyor, taze havadisler ve mahrem sevgi sözlerini deşifre ediyor ve daima, o üç noktayı buğulanmış gözlerinden süzdüğü üç damla gözyaşı ile yıkıyordu.

Seneler, seneler sonra, bütün sözlerin mahremiyet yaşmağını yırtıp, üryan tekilliklere düştüğü bir gün, yüreğinın tam üzerinde sakladığı son mektubu çıkarıp sonundaki üç noktayı okşarcasına seyrederek sevgilisine şöyle demişti:

- Sahi Ahmet Bey, ne güzel mektuplar yazardın eskiden ?

-...