26 Ağustos 2011 Cuma

Plasebo Etkisi

Yoksa sen benim kafamda yarattığım bir şey miydin, her gün içimde beslediğim, büyüttüğüm...İnsan zihninde her şey mümkündür.
Sen hiç olmadın da ben bir hayale mi kapıldım, bir yalan mıydın? Tüm hayatımı bir yalan kurgu üstüne mi kurmuşum ben? Kendi kendimi aldatmışım, aldanmışım.
Sen yoktun da ben kimi sevdim? Nasıl izin verdim beynimin çatlaklarından içeri sızmana, anlayamıyorum.
Yollar seni bana çıkarsın diye sürekli seyahat halindeyim, fazla basit, fazla sıradan bir kahvede ya da caddede güneş doğarken, batarken, tam tepemizdeyken farketmez belki el ele yürümenin hayalini kurmuştum. Çok şey değil.

Seni bulmak için çıktığım yolculukta kendi mi de kaybettim.
Çok sevdiğim için mi onu düşünüyorum yoksa çok düşündüğüm için mi onu seviyorum, bilemedim ama ikisi de aynı kapıya çıkıyor ve her seferinde kapılar yüzüme kapanıyor.
Sana hikaye yazmaktan başka bir şey gelmiyor elimden ve yazdığım hikayeler seni bana getirmiyor. Yazmak yaşamak kadar zor.

Bir hayale aldanmak delilikse, ben deliyim evet.
Ben seni hayallerimin içinde belki de ulaşılmaz bir yere koymuşken; kim bilir sen hayallerinin içine hangi yabancı kadını alıyordun, beni kimlerle aldatıyordun?
Belki biraz kurnaz olmak gerekiyor bu hayatta bunca sahteliğin içinde oyunu kuralına göre oynamak gerekiyor. Hayatı biraz tanımak, alışmak, karışmak gerekiyor. Ben bunları pek yapamadım. Zihnimde bile sana yaklaşamadım.
Bana ait olmadığını bildiğim bir yabancı düşünceydin aslına bakarsan.
Beynimde sürekli ateş eden bir mitralyöz gibisin.
Bir tek yaşamım var benim. Onu boş bir hayal uğruna harcadığımı kabul etmek istemiyorum.
Sanki bütün sırlarım havada dolaşıyor. Herkes görüyor, biliyor, alay ediyor.
Neden hep ben kendimde eksik yönlerimi aradım, durmadan; iyi ve yetenekli yönlerimi nasıl keşfedebilirdim hal böyleyken?
Hayata karşı zayıf bir tutum sergiliyordum, güçlü olmam gerektiğini biliyorum. Doğanın kanunu buydu yalnızca güçlü olanlar ayakta kalabilir. Oysa ben kim bilir kaç kere düştüm. İnsan olabilmenin en dibe vurduğu noktayım. Düştüğüm yerden tekrar başlamayı, ayağa kalkmayı, dipten çıkmayı biraz zor olsa da öğrendim.
Kafamın içi trajik bir şekilde aynı kadına aşık olan iki yakın arkadaşın içine düştüğü çelişkiler ile doluydu. Ucuz kahramanlıklara, Don Kişotluğa hiç gerek yoktu. Dengemi korumak için hep mücadele ettim.

Bir hastaya kendini iyi hissettiren plasebo etkisi gibi bir şeydin sen düşüncede iyi gelen; gerçekte hiç olmayan.

23 Ağustos 2011 Salı

Ben Bu Yazıyı Kendime Yazdım

Hayatınızda bir kez dahi olsa dibi gördüyseniz kalbinizin bir kavanoz dibine benzediğini bilirsiniz. Nasıl kavanozun içinde bir şeyler bitse bile biraz kahve, biraz şeker, biraz reçel kalıyorsa; biten bir aşktan biraz acı, acı verenlerden biraz nefret, gidenin ardından biraz hüzün, hasret kaldığında özlem, yaşanmamış duygular adına biraz öfke, kalır kalbinde.
Derinde kalan her şey anlamlı bir hüzne dönüşür zamanla yüzünde, sadece dikkatli bakanların anlayacağı.

Kendisinden büyük yiyeceği taşıyan karıncalar misali, hayatın yükünü taşıyoruz sırtımızda.
Hiçbir şey istemiyorum ve böylece beklentilerin sıfırlanıyor ve kendiliğinden gelen bir mutluluk hali sarıyor beni ya da bir sabah annesinin babasının süpriziyle uyanan çoçuk gibi kendiliğinden oluveren şeyleri hayatın bana yaptığı küçük süprizler olarak algılıyorum. Tabi hayatın bize oyun oynadığı da oluyor ara sıra.

Bir kadın olarak seviyoruz yanında güvende olduğumuz, kendimizi huzurlu hissettiğimiz, zeki erkekleri. Yanlarında mutlu oluyoruz ama bir yerde bozuluyor büyü. Bir yanlış anlaşılma, bir ayrılık, bir koyvermişlik oluyor bir zaman sonra. Ne yapalım biz hayat yorgunuyuz bir aşkın peşinde koşacak değiliz. Koşsak bile yakalayabilecek miyiz? Sonra biz yalnızlığa alışığız.

Kendime öyle kalabalığım ki bu aralar, içimdeki kalabalık sürekli benimle kavga halinde. İçimdeki kalabalığın içinden kurtulmalıyım.
Benden giden ne varsa bir şeyler alıp götürdü, giden gelir mi bilinmez. Gideni değil kendimi bekliyorum. Giden her parçam elbet bir gün dönecek bana.

İki kelimeyi birbirine bağlayan bağlacımı kaybettim dolayısıyla iki insan bağlanamıyor birbirine cümlelerimde bile. Ve ne yaparsan yap az gelişmiş bir cümle olmaktan kurtaramıyorum onları.

Yaşam gelip geçiyorken ben sadece izliyorum. Bir film şeridi gibi akıyor hayat, bir sabun gibi kayıyor ellerimden tutamıyorum, yakalayamıyorum kaçırdığım bir şeyler var bu yüzden yaşamaya bile geç kalıyorum hep biraz geriden geliyorum.

Gelecek günler bana ne getirecek? Hiçbir fikrim yok. Nerede yaşarım, nerelere giderim, hangi kıyafetleri giyerim, hangi kitabı okurum,hangi insanlarla görüşürüm, hangi gazeteyi takip ederim, nerede yemek yerim, hangi evde yaşarım?
Benimkisi saçma bir düşünce şekli!




19 Ağustos 2011 Cuma

Genç Bir Adamın Düşündürdükleri

Sabah. Çok erken. Günün ilk ışıkları bunlar. Genç kadın bu saatleri çok seviyor. Elinde yıllar önce yazılmış mektuplar duruyor. Sayıca fazla değil. Çünkü mektubun yazıldığı dönem internet yeni yeni hayatımıza giriyor. Artık mektup yerine e-posta atmaya kendimizi alıştırmaya çalıştığımız yıllardan bahsediyorum.
O yıllarda derdimizi 140 karaktere sığdıramazdık. Duygularımızı anlatmak için roman bile yazmaya hazırdık. Yani benim kuşağımdan bahsediyorum, yaklaşık olarak 80 öncesi doğanlardan. Duygularımızı fazla ciddiye alırdık, tek kanallı televizyon çocuğu olduğumuzdan sanırım. Gözümüz açılmadı ki bizim. Neredeyse hepimizde televizyon kapanışlarının vazgeçilmezi rap rap yürüyen askerleri seyretmekten hafif bir askeri disiplin bile vardı, terbiyeli çocuklardık, demek istediğim.

Genç kadın sevdiği adamdan gelen mektuplara bakıyordu. Bir kelime bir cümle arıyordu. Yoktu, sanki öyllesine yazılmış durum bildiren mektuplar. Ne yapsın genç adam duygularını belli etmiyordu, etmeyi bilmiyordu. Böyle avutuyordu kendini genç kadın. Sadece bir cümle değil, cinsellik içermeyen bir dokunuş, bir bakış yakalamaya çalışıyordu sevdiceğinden.

-Ya seviyor belli edemiyor ya da sevmiyor belli edecek bir şey kalmıyor, ömrümü bitirecek bu çelişki, diyerek söylendi.

(Genç kadın benim neslimden olduğu için onu iyi tanıyorum.) Ama o kendisinin tanınmasından hoşlanmıyor. İnsanların açığını yakalamalarından korkuyor. Bir çok korkuları var. Bunlarala başa çıkmak zorunda kalıyor. Bu yazının konusu olduğu için üzülüyor. Kendini yiyip bitiriyor. En büyük özelliği derdini kimseye anlatmıyor, anlatamıyor. Anlamayacaklarını biliyor. Özellikle ilişkisini, sorunlarını kimseye açmazdı çünkü başkalarının fikirlerinden çok kolay etkilenirdi. Oysa herkesin bulunduğu şartlar farklıydı. Başkaları bunu bilmez. Onlar bütün sorunları aynı şartlar altında değerlendirirler ne büyük cehalet! Oysa tarih bile günümüz koşullarında değerlendirilmez.

En kötü yanı beklediği cevapları bulamayacağından dolayı soru sormaktan çekinmesiydi. Bu yüzden hayatta çok şey kaybetti. Bunları kayıp olarak görmezdi. Sevdiği adama "beni seviyor musun?" diye sorabilseydi; sormazdı. Evliliğe meraklı kızlar gibi görünmek istemezdi. Çünkü insan bir soru sormaya alıştırırsa kendisini "çocukları sever misin?", hatta kendini kaybederse "çocuk yapalım mı?" gibi akla hayale gelmeyen sorular sorabilirdi.

Sormadığı için cevabı kendi aradı. Ne yazık ki bulamadı.

Genç kadın bir zamanlar anlaşılmak için yanıp tutuşuyordu. Beni anlayacak anladığı gün çok sevecek, diyordu.

Sırf anlaşılmak için fırsat buldukça, kendisinden, sevdiği filmlerden, okuduğu kitaplardan, aşık olduğu yazarlardan, roman kahramanlarından, dinlediği müziğe kadar kendini anlatma çabasına giriyordu.

Çabalarının ne kadar boş olduğunu anlaması uzun sürmedi. Kendinden daha az bahseder oldu.

-Benim duygularım sizi ilgilendirmez bayım, demek gibi.

Artık duygularıyla ilgilenmesinler , neye üzüldüğünü, neye sevindiğini bilmesinler istiyordu. Polisten kaçar gibi duygularını insanlardan kaçırıyordu.

Duyguları yabancıların eline düştüğünde, kendisini başka bir insan yapmaya çalışacaklardı.

Korkardı kendine acınmasından. Güçlü görünmeye çalışırdı, öyle de sanılırdı.

Kendimin Öyküsü

"Bize ağır gelen kendimizdir"
Cahit Zarifoğlu


Bir kitabı çok seversen iyi; bir hastayı tedavi etmek gibi. Kitap bitince tedavi de yarım kalıyor, hasta kaderiyle başbaşa bırakılıyor sanki. Ne önemi var ki: zaten yanlış bu teşhis bu tedavi.
Hem kendimi en gizli köşelerime varıncaya dek tanımak istiyorum hem de bundan ölesiye korkuyorum. Yine de zamanla insan kendinde hiç tanımadığı yeni bir "ben" keşfedebiliyor. Hayat insanla oynuyor, şaşırtıyor.
Sorumlulukların özgürlüklerini kısıtlıyor. Farkındayım, tedirginim, deli gibiyim. Etrafımız duyguları bastırılmış insanlarla dolu sırf bu yüzden. Annesi babası mutlu olsun diye daha hayatımızın başında yanlış mesleklere yöneliyoruz, yanlış insanlarla evleniyoruz. (İnsan kendi seçtiğiyle de mutsuz olabiliyor, bunun formülü yok elbet.)
Belki sana verilen sorumluluklardan kaçmak istiyorsun ama kendine bile itiraf edemiyorsun. Benimki de öyle bir şey, kendi gerçek hayatımdan kurtulmak için böyle sürekli şikayet ediyorum, sağa sola saldırıyorum.

Hayat bazen savunma hakkı vermez insana, ne yapalım kendimizi saydıramıyoruz daha.
Kendime değe vermeyi öğrenmeliyim. İçimdeki pişmanlıkları, hataları, keşkeleri kazıyabilseydim. Bir kurtarabilsem kendimi düşüncelerin elinden, yeni bir hayata başlayacağım.(Yalan)
Kafanı meşgul eden düşünceler tek tek ele aldığında basit, önemsiz. Birleştikleri zaman üstesinden gelemiyorsun. İnsan kendi kendinin karşısında ne kadar çaresiz.

Korkuyorum, düşünceye dönüşen duygularımdan; çocukluk anılarımdan, yanlış insan olmaktan, yanlış planlama yapmaktan, yanlış zamanlamadan, hayatımı yalnızlıktan kurtarmaya çalışırken yanlışlığa sürüklemekten.


Basit sorunlara derin anlamlar katıyorsun. Ölüme gidecek cesaretin var ama bir kelimeye yeniliyorsun.

16 Ağustos 2011 Salı

Bir Kadın Bir Hayat

Arabadaydı, arka koltukta sessizce dışarıya bakıyordu. Yanından kayıp giden arabalar vardı tıpkı tutamadığı hayatı gibi. Ama onun bir tane hayatı vardı, başka şansı yoktu ve şansa inanmazdı şansa inansaydı çok şansız biri olduğunu söylemek gerekirdi.
Önde arabayı kullanan sevdiği adam ve yan koltukta ortak dostları oturuyordu. İşte tam bu sırada yandan bir kamyonet dolusu bağa bahçeye ya da tarlaya giden köylü genç kızlar, kadınlar geçti.
İnsan evlenecekse işte bu kızlarla evlenmeli, dedi sevdiği adam. Sevdiği kadın arkada otururken aslında böyle fütursuzca laflar edilmemeliydi ama nasıl olsa alınmazdı şaka olduğunu bilirdi.
Arkadaşı destek verdi: en fazla bulaşık makinesi ister bunlar adamdan, dedi.
Şaşırmıştı. İşte üniversitede öğrendiği dersler bir erkeğin karşısında hiçbir işe yaramıyordu. Kitaplardan öğrenilmiyordu hayat. Cümlelerin bittiği yerde hayat başlıyordu. Ve öyle çok yerinden kırılmıştı ki hayatları isteseler de hiç bir cümlede bir araya gelemezlerdi, çaresiz.

Çok kolaydı, fazla kolaydı yaşamak, nefes almak yeterdi. Bir de anlayabilseydi.
Hakkımda hüküm verilmiş dedi kadın, ben yokken ameliyat masasına yatırmışlar beni parça parça etmişler , şimdi istesem de toplayamam kendimi, birleştiremem dağılan parçalarımı. Birleştirsem de eskisi gibi olmaz artık. Kafka da, Atay da kurtaramaz beni.

Duymamazlıktan gel, dedi kadının iç sesi. Öyle de yaptı. Sustu. Üstünde durulmayacak kadar önemsiz, mühim değildi. Ama anlasaydı, anlayabilseydi. İşte insanoğlu böyle açgözlü neylersin, bilinçaltında fantezi dünyalarında köylü kızları da olduğunu bilmiyordu, öğrenmiş oldu. Belki şaşkınlığı bundan ibaretti. Yarinden memnun değildi demek. Okumuşunu denedik mutlu olamadık bir de okumamışını deneyelim, diyordu. Nasıl olsa yatakta Dostoyevski okumanın ya da siyasal tarih dersinde öğrendiklerinin ya da cumhurbaşkanlarının isimlerini sırayla sayabilmenin bir önemi yoktu.
Niye susuyorsun dedi ortak dostları.
Canı konuşmak istemiyordu. Küçük burjuva, bohem bozuntusu hayatlarından hiç bahsetmeyi istemiyordu canı. Aklına kötü şeyler geliyordu. Aklına mukayyet olmalıydı. Bir susturabilse idi iç sesini. Hayatı kaçırılmış fırsatlarla doluydu, eş-dost çocukları başarıdan başarıya koşarken annesi için üzülüyordu annesinin övüneceği biri olamamıştı, bir arkadaşı X partisine çağırmıştı, partiye de girmedi, şiir yazmasını da beceremezdi, feminist bile sayılmaz; o bir arabanın arkasında kendisiyle hesaplaşıyordu.

Üzgünüm anne, tüm emeklerini boşa çıkardığım için, kendi kendime yenildiğim için, kurumuş bir ağaç gibi yıllarım üstüme devrildi hayatım bir enkazdan ibaretmiş meğer, diye düşündü.

Sanki birileri ondan (kadından demek istiyorum, burada kahramanımız kadın ama bu onu bilmiyor) hesap soruyordu: Neden sürekli kendimi düşünüyorum ki ben? Çünkü benimle ilgilenen bir insan bile yok bu yüzden kendimi düşünmek zorundayım, kendime dayanmak kendime katlanmak mecburiyetindeyim.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Beyin Üstü Düşmek

" Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır."
İsmet Özel

Sevilmediğini hisseden ve bunun farkında olan bazı kimseler yazı yazmayı seçer. Belki yazılarını beğenen birileri olur ve yazı bir tutkuya dönüşür. Hem duygularını anlatmanın hem de sevilmenin yoludur.
Sevmek ve karşılık bulamamak yok olmaktır. Varolduğunu kanıtlamanın en iyi yolu yazmaktır.

Mahkeme önünde suçunu kabul etmiş bir suçlu gibi korkuyorum zaman zaman. Oysa hesabını vermeyeceğim hiçbir şey yok hayata karşı. Ama yine de korkuyorum. Bilinmeyen günlerden, kıskanç insanlardan, herşeyi tüketen çağımızdan, kapitalizmden...Bir roman kahramanı olamayışımdan.

Herkes şanslı değildir. Bazıları doğarken beyin üstü düşer. Ama aldırmam; olmadık bir zamanda çapkın bir erkeğin gülüşü çelmiyorsa aklını, zaman zaman kaçıp gitmek istemiyorsan uzaklara, kalabalıklardan sıkılıp yalnız kalmayı özlemiyorsan, bir romanın kahramanı olmuşsun ne fayda!

11 Ağustos 2011 Perşembe

Bir Kadının Kafası Karışıksa

Kendini kalabalık bir aileye gitmiş beceriksiz bir yeni gelin gibi hissediyordu. Sanki tüm gözler ona çevrilmiş kusurunu arıyorlardı. Kendisinde bir eksiklik varmış da bunu kendisi dışında herkes biliyormuş gibi pis bir düşünceye kapıldı.

Evin içindeki eskiden gözüne batmayan eşyalar birer fazlalık gibi karşısında duruyordu şimdi. Oturduğu koltuk dışında ve bir de tabi kitaplık dışında tüm eşyaları gereksiz buldu. Aynaya baktı. Güzel sayılırdı. Böyle ince kalabilmeyi başarabilecek miyim? diye düşündü. İnsan bir kilo almaya başladı mı devamı gelirdi, kilo almak istemezdi, böyle iyiydi kendini kuş gibi hafif hissediyordu. Biraz kilo aldığı zamanlarda kendini hantal, ağır bir iş makinesi gibi hissederdi.
Sonra bir erkeği idare etmesini bilmezdi. Annesi tam olarak böyle söylemişti. Ne idare edilmek isterdi ne de idare etmek avcunun içine almak isterdi bir erkeği. Çünkü birisine her şeyinizi verirseniz özgürlüğünüzü de verirdiniz buna katlanamazdı doğrusu.

Hayatı kaçırılmış fırsatlarla doluydu. Yaz bile başkaları için gelmişti sanki.
Kendisi olmaktan korkuyor ne var ki insanın kendisine katlanması gerek bunu da anlıyordu.

Sevdiği adamla kopmak üzere olan bir ilişki vardı, ve birbirlerine söylemeleri gereken bir çok cümle birikmişti. Kelimelerden daha önemli bir şey yoktu şu anda. Ne var ki sevdiği adam özgür olmak istemiyor kendisini çekip çevirecek arkasını toplayacak yeri geldiğinde akıl danışacak kendini tüm benliğiyle teslim edeceği bir kadına ihtiyaç duyuyordu.

Kafası karmakarışıktı. Dayak yemiş gibi kendini yorgun, bitik ve yitik hissediyordu. Bu duyarsız hali bu koyvermişlik başka insanları korkutacak derecedeydi. Keşke kimse bilmeseydi bu karmakarışık ruh halini ama bedeni durgun boş gözleri kendini ele veriyordu. Güçlü görünmeyi ne çok isterdi ama rol yapmasını beceremezdi.

Bu saçma belirsizlik zamanla hoşuna gitmeye başladı sanki birbirlerine tam manasıyla sahip olurlarsa her şey ama her şey bitecekti. Bitsin istemezdi biraz özgür kalmak bitti derken yeniden başlamak istedi.



10 Ağustos 2011 Çarşamba

Kendimi Kaybetmek İçin Yazıyorum

Oğuzum Atay, evet haklısın tehlikeli bir oyun yaşamak. Ve ben hiçbir cümleye ait değilim artık çünkü yazarken öyle dağınık ki kafamın içindekiler bir bütün oluşturamıyorum istesem de yapamıyorum .
Nedir yaşamak? Beş bardak su içtim, iki dilim ekmek yedim, iki çay bardağından büyükçe bardakla çay içtim, bir tane sigara yaktım (tüm şehri yakmayı aklımdan geçirdim), uyudum uyandım, sokağa çıktım önce giyindim giyinmeden sokağa çıkamam ki henüz o kadar delirmedim ben. Ve benim çelişkili yanlarım... Yaşamak buysa yaşıyorum ben.

Her insan farklı bir yaşam demektir, her insan hayatta farklı izler bırakır. Benim bıraktığım iz kahve içerken fincanın kenarına bulaştırdığım ruj lekesi kadar önemsiz!

Akşam olduğunu unuttuğumuzda : "Akşam oldu haydi eve gel" diyerek bir anne gibi arkamızdan bağıracak tek bir kişiye ihtiyacımız var; kendini unuttuğunda seni sana hatırlatacak birine ...

Geriye yazmak kalıyor unutmak için sırf.

Kendimi kayberdersem ancak unutabilirim.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Hayat Bir Oyun Sahnesi Gibidir





Bazen istersin, beklersin, özlersin, hayal edersin. Hayal dünyasında hep güzel şeyler vardır; yapamadıklarımız, olmak istediklerimiz...



Eskiden hayallerim dünyaya sığmazdı şimdi cebime doldurduğum çakıltaşları gibi yaşıma inat yıllar geçtikçe sayıları eksiliyor. Sanki denize karşı dikilmişim ve her hayalkırıklığında cebimden bir taşı alıp söverek denize fırlatıyorum ben. Biliyorum bir gün elimde hiç çakıltaşı kalmayacak, hayalsiz bakalım ne yapacağım? Realist olurum o zaman ve lütfen lütfen bana masal anlatmayın ben realist bir kadınım, derim.

Ayrıntılara takılmaktan vazgeçmeliyim, bir erkek gibi düşünmesini öğrenmeliyim. Ne var ki erkeklerin dünyası da karışık bence. Çünkü erkek mağdur kadına dayanamıyor. Sense mağdur rolü oynayamıyorsun hayat bir oyun sahnesi gibi bunu unutuyorsun güçlü olduğundan değil elbette. Ve sen kaya gibi bir erkeğin karşısında duruyorsun sesin yankılanması gibi kayaya çarpıp geri dönüyorlar sanki ve gene yalnızlık. Oysa bırakın bir kayayı, kayadan kopan bir zerrecik bile olmayı beceremedim ben.


Sırf sorunlarımı anlatmadığım için sorunsuz bir hayatım olduğunu düşündüler (neşeli gözüktüğüm için olabilir) ne güzel bir hayatın var insan senin yerinde olmak istiyor, öyle mi canım..Dünyaya gelip derdi olmayan var mı? İnan ki yok şekerim.


İçsesim Donkişot olmaya ucuz kahramanlığa soyunma, diyor. İçsesimi dinliyorum, sanki içimde başka bir kadın var beni yönetmek istiyor. Sanırım benim iyiliğimi istiyor, bana acıyor.


Yanılıyor olabilirim her şeyi biliyor olamam. O zaman tüm insanlıktan özür dileyeceğim:

Ben yanıldım siz haklıydınız, siz kazandınız! diyeceğim.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Bazen yıllardır tanıdığın biriyle, yeni tanışmış gibi konuşacak bir şey bulamazsın. Bu durumdaydık, ikimiz de susuyorduk. Sanki konuşacak her şey konuşulmuş, kavgalar edilmiş, tartışmalar bitmiş, birbirini iyi tanıyan iki insanın rahatlığı var üstümüzde. Zamanla insanların ilgisi azalıyor birbirine.(Bu ayrı bir yazı konusu şimdilik konuyu dağıtmamalıyım)
Şimdi senin durgun gözlerle çevrene bakmanı seyrediyorum. Seni güldürsem küçücük gözlerin gülerken bir çizgi gibi olsa, diyorum içimden. Yapamıyorum, gereksiz bir ciddiyet var üstümde. Canım komik olmak istemiyor. İkimiz sanki çok konuşup az şey söylemekten çekinir gibiydik. O yüzden az konuşup çok şey söyledik.
Sen başarısızlıktan nefret ettiğini söylüyorsun, planlarından bahsediyorsun. Hayat, sen planlar yaparken başına gelenlerdir. Sen planlarla ben hayatla ilgileniyorum. Belki bu noktada birbirimizi tamamlıyoruz, bilemiyorum.
Gezilecek şehirleri, okunacak kitapları, yaşanacak hayatları merak ediyorum.
Bir kitapçıya gidiyorum, hiçbir kitap almadan çıkıyorum. Yeni çıkan kitaplar arasında ilgimi çekecek bir kitap yok. Bir çok kitap klasik, sıkıcı, bol mesaj içerikli kitaplar, yazarlar delirmiş olmalı (Bu yazarların postmodern akımdan haberleri olmaması ne kötü modern olsa bile yeterdi bana, dediğim gibi çoğu ne yazık ki klasik çok azı ilgimi çekiyor ve sevdiğim yazarların çoğu yaşamıyor ama konumuz bu değil, konuyu dağıtmamak içi ne kadar çaba sarf ettiğimin farkındasınızdır. Sanırım bu yazının bir konusu da yok. Ben sanki ana konu varmış gibi yazmaya devam edicem. Bunun nasıl zor bir şey olduğunu bilemezsiniz hayat da yazı gibidir aklına gelen her şeyi söyleyemezsin aklına gelen her şeyi yazamazsın. sonra insanların aklı karışır. Benim aklım hep karışık ama kimseyi kendime benzetmek istemem. Ne kadar iyi bir insan olduğumu da anlamışsınızdır sanırım) Nerde kalmıştık evet: Benim sıkıldığım bir kitaptan çoğunluğun zevk alarak okumasına hayret ediyorum. Sorun ben de olabilirdi. Başkaları gibi olsaydım ortalama bir kadın gibi ortalama bir erkek gibi... Belki o zaman ortalama bir huzur ortalama bir mutluluk yakalayabilirdim. Ne var ki yıllardır biriken acılarımı böyle ani gelen ortlalama bir mutluluğa harcayamazdım. Acılarımda herkesin emeği vardı.
Bense çok şey anlatmak istiyor, duygularımı ifade edecek doğru kelimeyi bulamadığım için cümle bile kuramadığım oluyor. Saçmalamaktan, yanlış anlaşılmaktan korkuyorum.
Koskoca evrene inat bir zerrenin içinde kayboldum.

2 Ağustos 2011 Salı

Hayatın Kendisi

Nerede değilsek orada mutlu olacakmışız gibi gelir. Çalışıyorsak tatilde, evliysek ya da sevgiliysek bir başkasıyla, başka bir meslekte, başka bir şehirde, başka bir evde; sanki daha mutlu olacakmışız gibi gelir insana. Sanırım bunlardan en az birini içimizden geçirmişizdir. Bunun çok doğru olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim çünkü nereye giderseniz gidin kendinizi de oraya götürmüş oluyorsunuz, fark eden bir şey olmuyor.

Hayata karşı en az ona kadar içimden saymalıyım, hayatın gülünç yönlerini bulmalıyım, ufak şeyleri dert etmemeliyim, daha az konuşmalı, daha çok dinlemeliyim. İnsanın kendi kendisine öğüt vermesi saçma olarak görülebilir kaldı ki saçma şeyleri severim.

Beklediğinden daha az para kazanmış olabilirsin, birisi sana sormadan senin adına karar vermiş olabilir, hayallerin gerçekleşmemiş, sevilmemiş, ihmal edilmiş (yazı çok acıklı bir yöne doğru gidiyor farkındayım insanlık adına kısa kesmeliyim)...

Bu yaşıma kadar hayata başlayacağım günü bekledim. Üniversiteyi bitirince, iş bulunca, evlenince, çocuk yapınca, yarım kalan işlerimi tamamlayınca, faturalarımı ödeyince, borçlarımı bitirince... sanırım gerçek bir hayata başlayacaktım. Borçlarım bitmedi, daha iyi bir işim olmadı, her zaman yarım kalan bir şeyler oldu. Hayatın beni beklediğine inandım. Sonra fark ettim ki tüm bu mücadele hayatın kendisiydi.