31 Ekim 2011 Pazartesi

El Oğlu

Üstesinden gelemediğim sorunlarım vardı. Karamsar yönlerimle, çelişkilerimle, kendimle başa çıkmaya çalışıyordum. Anlatsam anlamazdı.
Hafifletici nedenler sunardı, üzülmemi istemezdi.
Oturuyordu, bakıyordu, gülüyordu, eli bardağa uzanıyordu, kolunda belirgin damarları vardı kımıldadıkça sanki hareket ediyorlardı, onu bir daha görmeyecekmişim gibi hiçbir detayı kaçırmak istemiyordum.
Bir çay koy da içelim, diyordu. Çayı seviyordu. Herkes gibiydi. Hiçkimse gibiydi.
Maç başlıyordu, maçlar bitiyordu.
Çay içiyorduk, çaylar bitiyordu.
Benim sana hissettiklerimi senin de bana hissetmeni istiyordum.
Bana olan sana da olsun, diyordum. Seninle ilgili naif dualarım vardı.
Annem Allah şaşırtmasın, derdi hep. Şaşırıyorduk anne el oğlu karşısında şaşırıp kalıyorduk.
Annenin karşısında pabuç kadar olabilen dilimiz el oğlu karşısında dut yemiş bülbüle dönebiliyordu.
İçimde atamadığım bir yenilmişlik duygusu, bakışlarında ağır tahrik suçu vardı.

21 Ekim 2011 Cuma

Zarar Ziyan

Kötü bir rüyadan yeni uyanmış gibiyim. Sana anlatmam lazım. Ve sen herkesin herkese söylediği teselli sözlerini söylemelisin ki anlamalıyım ne kadar başkalarına benzediğimizi. Farkımız yok aslında kimseden.

İnsanın sıradan ve basit olduğunu anlaması lazım bana bunu hatırlatman lazım. Bir ben değilim akıllı olan. Bir ben değilim yalnız olan. Bir ben değilim mutsuz olan.

Aslında sana çok uzun bir mektup yazacaktım teknolojiye ayıp olmasın diye kısa mesaj attım. Umarım anlarsın.

Bir hayat yaşadım içinde yalan yoktu. Hiç kimseye kendimi olduğumdan farklı göstermeye çalışmadım. Sırf bu yüzden kaybettiğim oldu. Kaybetmek kolaydır kazanmaktan. Neresinden baksan zarar, ziyan.

Olayları büyütmüşüm kendimi üzmüşüm. İhtimaller üzerine de yaşanmaz ki ama yine de tahammül edilebilir bir yaşam benimki. Ben bir başkası olsaydım daha iyi yaşardım.

Bazen o kadar üzüldüm ki üzülmeyi bırakıp bir yere gidemedim. Tam olarak hatırlamamakla birlikte hayatımın bir döneminde dondum kaldım, durdum baktım hayatıma. Ben dursam hayat durmuyor seni beklemiyor. Hayatım akıp duruyordu, geçip gidiyordu gözlerimin önünden. Zamanla yaşadıklarım bir filme dönüştü ama kimse izlemeye gelmedi.

Ya hızlı yaşadım önüne geçtim hayatın ya da yavaşladım gerisinde kaldım hayatımın. Adımlarımı bir türlü kendi hayatımın adımlarına denk getiremedim.

Tek bir şey öğrendim:

Bu hayattan kimse sağ çıkamayacak.

4 Ekim 2011 Salı

Bir Garip Şahıs

Yirmili yaşlarının başında biraz çılgın, biraz marjinal biraz sıradışı olmayı çok istemişti ama hayat çılgınlık yapmasına fırsat vermedi. Bazı sorumlulukları, ailevi yükümlülükleri, hayatın verdiği tamamlaması gereken ödevleri vardı. Sorumluluklarını yerine getirirse, ödevler de biterse belki çılgınlık yapmaya sıra gelirdi. Belki çılgın bir insan olamadı ama zamanla kafası karışık, dalgın bir insan haline geldi.

Kafası dalgın insanları severim. Kurnaz olmazlar. Sürekli kafalarını meşgul edecek bir düşünce olduğu için başkalarıyla ilgili kötü düşünceleri olmaz genellikle. Başkalarını değil düşüne düşüne kendi kendilerine ederler.

Ruh sağlığı açısından hayatından çıkarmak istediği insanlar vardı. Diyet yaptığı günlerdeki gibi çaya attığı şekeri hayatından çıkardığı kadar kolay değildi bu.

Okuması gereken kitapları, kaçan bir gençliği ve yetişmesi gerektiği bir hayatı vardı önünde. Şimdiye kadar okumadığı kitapları okursa hayatı anlayabilir miydi? Ya da hayatı anlamak için kaç kitap okumalı, kaç şehire gitmeli, kaç film izlemeli hangi müzikleri dinlemeliydi? Biraz da hayat onu anlasaydı?

Bir cümle içinde modası geçmiş bir osmanlıca kelime nasıl ingilizceden dilimize geçmiş bir sözcük yanında aykırı duruyorsa; işte aynen öyle geçmişten günümüze gelmiş bir masal kahramanı gibi biraz tuhaf duruyordu. Dünya içinde bir garip şahıstı yalnızca.

Karanlık, soğuk, adını bilmediği bir sokak ortasında kaybettiği çocukluğunu. Ne zaman yolu adını bilmediği bir kenar mahallenin, adını bilmediği bir sokağın, adını bilmediği insanların yaşadığı tek katlı bahçeli bir evin kapısının önüne düşse, çocukluğu sanki kendisine o kapıdan çıkarak koşuverecekmiş gibi gelirdi.

Kalbi temiz insanlara, kafası karışıklara, başkalarını düşünmekten kendisini unutanlara, yaşamaya geç kalanlara, modası geçmiş insanlara, bir fırsat verilseydi, bir tiyatronun oyuncuları gibi birbirlerini bulsalardı, toplansalardı rolleri içi çalışsalardı, repliklerini ezberleselerdi, beğenmedikleri rolleri değiştirebilselerdi...Olmazdı ama düşünmesi bile güzeldi.

Dünya hızla değişiyor. Teknoloji korkunç şekilde gelişiyor. Eski alışkanlıklarımız birer birer yitiriyoruz. Artık mektup yazmıyor, telefon edebilmek için cebimizde jeton taşımıyoruz. Bu değişime gönül aşina değil, aşina olmadığı şeye gönül razı değil.

Kafasının dağınıklığından, düşüncelerinden, insanların ona yaşattıklarından, hatalarından, pişmanlıklarından, keşkelerinden, ters dönen bir böcek gibi kendi varlığı altında, kendi düşünceleri içinde debelenip duruyordu. Çaresiz.