30 Eylül 2011 Cuma

Hayal kurmayı kendime çok gören bir yaşa geldim. Üstelik her şeyi unutmak istiyordum. Unuttum demek bile unuttuğun şeyi yeniden hatırlamak anlamına geldiği için sanki bir kısır döngünün içindeydim, dünya dar geliyordu, içim içime sığmıyordu, dünya dönüyordu, tüm yaşantımı değiştirecek bir mucize bekliyordum. Yaşantım değişmedi, beklediğim mucize gerçekleşmedi. Hayat, beklediğin şeyin beklediğin zamanda gelmemesidir.

Her şeyi birden yaşamak istiyorduk. Oysa daha çiçek bakmayı bile bilmiyorken, bir çiçeği canlı tutamazken; soluyorlardı kimisi yaprak döküyordu yavaş yavaş ölüyordu evimdeki çiçekler. Ne var ki bazı çiçekler beni sevmişti yeni yaprak bile açmıştı. Beni anlıyorlardı. Neyin var kızım Ebru dediklerini duyar gibi oluyordum ama bu benim iç sesimdi sanırım. Düşüncelerin karıştığı yerde seslerde birbirine karışıyordu.
-Bu çiçeği yanlış yere koymuşsun bunlar güneş sevmez ki, diyordu komşu teyze. Kocası geçen yıl ölmüştü çiçeklerden anladığı için mi bilemiyorum apartmanda anlaştığım tek insandı.
Çiçekler gibi insanları da tanıyamıyordum. Çiçekleri tanımak insanları tanımaktan çok kolay. Ama insanlar çiçeklere benzemez, güneşe de koysa gölgeye de koysan suyunuda versen kimisi memnun olmaz.

Ne kadar yazarsam yazayım insanın anlatmak istediği şey hep biraz eksik kalıyor, bir yerden sonra kelimeler yetmiyor. Savaştan çıkmış bir neslin torunları olarak kıtlık günlerinden kalma bir alışkanlıkla annelerimiz benim kuşağıma gereğinden fazla ekmek yedirmesyedi belki daha yaratıcı olurduk. Aşklarımızı içimizde büyütüp içimizde yaşamazdık. Kimbilir.

Bizim kalbimiz kırık değil. Kırık şey çalışmaz. Daha çok kılıç yarasına benziyor bizim acılarımız, yara kapansa da izi kalıyor; bir savaşçının vücudu gibi kalbizimiz çiziklerden geçilmiyor.

Şimdi bana yeni bir hayat verseler, yeniden sev deseler, sevemem. Sevmelerden yorulduk. Su akar yolunu bulurmuş, su kadar olamadık yolumuzu bulamadık, berrak kalamadık, olduğumuz yerde kaldık, bulandık.

Bir yaşantı verilmiş sana: yaşayacaksın! Basittir yaşamak karışık olan insanlar. Tüm hayatımı bir cümleye sığdırabilirim:
"Doğduğu gün belli, öleceği gün bilinmiyor."

Başı sonu belli bir hayat, yalnız ortası biraz karışık.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Yabancı

Salonda oturuyorlardı, yaz geçmişti, mevsimlerden sonbahardı.
-Bir kahve yap, uykumuz kaçsın. Oturalım sabaha kadar, dedi yabancı.
-Kahve benim uykumu kaçırmıyor ama zihnimi açıyor, kahve içtikten sonra tuhaf şeyler düşündüğüm oluyor o yüzden kimseyle konuşamıyorum. Konuşunca ben de bir tuhaflık olduğunu anlıyorlar artık kimseyle konuşamıyorum.
-Bana anlat. Hiç yargılamadan dinlerim.
-Senin gibi bir yabancıya tüm hayatımı neden anlatayım ki? dedi kadın.
-İnsan bazen tüm hayatını hiç tanımadığı birisine anlatmak ister. Çünkü tanıdıklarından ümidini keser. Giderek içine kapanır, yalnızlaşır.

Bir hayatın gerçeği var bir de kalbin gerçeği. Kadın ikisini birbirine karıştırdığı günden beri mutsuzdu. Hiç tanımadığı biriyle salonun ortasında oturuyordu. O da beni tanımıyor ne güzel tanısa sevmezdi beni, bir yerden sonra insan sevilmek istiyor, sevildiğini görmek istiyor, açıklama yapmadan anlaşılmak istiyor bir yerden sonra insan çok şey istiyor olmayınca tüm isteklerinden vazgeçiyor
Her vazgeçen bir kaybedendir. Kadın hayattan payına düşeni aldığından beri kaybedenleri oynuyordu. Kaybetmek kazanmaktan kolay olduğu için zor olmuyor yalnız duyguları birbirine karıştırmaya başlamıştı öfkeyle üzüntüyü, acımayla sevgiyi karıştırır olmuştu. İnsan geriye dönüp baktığında nedense genellikle acıları anımsıyor bir kitabın altını çizer gibi acıların altını çiziyor çünkü yaşadığımız acılar mutluluktan uzun sürüyor açılan bir yaranın bir günde iyileşmemesi gibi bir şeydi bu.
-Bu konuşmazlarımızı yazacak mısın? yazacaksın belli elinden kağıt kalem düşmüyor bari basit yaz biz de anlayalım, dedi yabancı.
-Roman yazacak kadar yaşadım. Tanıdığım ilk erkekle evlendim. Hayatımla ilgili pişmanlık duyacağım yaşı çoktan geçtim o yüzden bu kadar rahat konuşabiliyorum. Hayatı bir film seyreder gibi izledim. Hayata katılasaydım her şey başka türlü olurdu. Başkaları gibi karar almaktan karar vermekten hep korktum o yüzden benim adıma kararları hep başkaları verdi. Eş dost çocukları başarıdan başarıya koşmaya başladılar iş buldular, kariyer yaptılar, iş kurdular, ev aldılar, ev sattılar, tatile çıktılar tatilden döndüler, bunları övünerek anlattılar neylersin övünmek bir ihtiyaç galiba. Ama ben övünen insanlardan hep nefret ettim belki de övünecek bir yaşantım yoktu. Unutulan bir nesne gibi ben bıraktıkları yerde öylece duruyordum. Konuştukça anlatmak istediğim asıl meseleden uzaklaştığımı fark ediyordum. Üzüldüğüm zaman sustum, sevindiğim zaman sustum; böyle zamanlarda anlaşılmayı daha çok istiyor insan. Ben konuşmazsam beni nasıl anlayacaklardı? Böyle önemsiz sorunlarım vardı. Önemli bir insan olmayı istiyordum içten içe. Bugün durgunsun neyin var canım, diyen birine ihtiyacım vardı ben de ona hiçbir şeyim yok demeliydim ki bir şeyin olduğunu anlasın. Böyle sahte diyaloglara girebilmeliydi ara sıra insan.
Bir takım insanları sevmiyordum. Bir takım insanlar mutluluğumuzu kıskanırlar, giderek çoğalıyorlar mutsuzluklardan besleniyorlar, hata arıyorlar bir gün karşına çıkarmak üzere saklıyorlar genellikle akraba ve arkadaşlar arasından çıkıyorlar en önemli özellikleri kendilerini belli etmezler karda yürüyüp izini belli etmeyen cinsinden olurlar, dost gibi yaklaşırlar hayatına girerler hayatından çıkarlar. Ben hep bulunduğum noktada olduğum için beni bulmaları zor olmuyordu ama bir yerden sonra benim hayatım onların ilgisini çekmemeye başladı. Hayata karşı pasif olduğumu daha önce söylemiştim günümüz insanı tekdüzelikten hoşlanmıyor dedikodu yapacak bol malzemeli hayatları merak ediyor.
Düşünüyormuş gibi yapıyordum beynimin içi işe yaramaz fikirlerle dolu ve hiç biri beni kurtarmaya yetmiyordu.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Bir Güzeli Bir Kötüye Vermişler

Bir güzeli bir kötüye vermişler. Neylersin dünya kötülerin. İyilerin bilmiyorlar değerini. Kötü adamların yanında hep güzel kadınlar vardı, bakıp biraz sevap kazanmak için.
Kalabalık, bir düğün yapılır, çok altın takılır. Bütün gözler gelinin üstünde güzel mi çirkin mi önce ona bakılır. Bülbülüm altın kafeste. Zihninde bir hayal kuruyorsun, bir kuşun özgürlüğe uçtuğunu görüyorsun.
Ve bazı kadınlar daha doğarken ihmal edilmiş, güzelliği sermaye edilmiş.
Bilmediğin şehirlerde, bilmediğin insanlar arasında gün gelir kızlık soyadını unutursun, bohçanda hayallerin.
Nerede ne zaman ne söylenmesi gerektiğini ne zaman güleceğini ne zaman susacağını bir yeni gelin her zaman bilmeli ama şaşırıyor insan. Çünkü burada hiçbir şeyi affetmiyorlar.
Hayat bazı oyunlar oynar insana siyah beyaz Türk filmi tadında. Tüm gücümüzle ayakta durmalıyız çünkü düşeni kaldırmıyorlar bu oyunda.
Kadın cevabı içinde saklı bir sorudur salında bilmezler. Bazı kadınlar kaybettikçe zenginleşir.
Büyüdükçe hayat zorlaşıyor, içimiz bulanıyor. Ne yapsak boşuna anneciğim senin öğrettiğin doğrular bizi mutlu etmiyor mutluluktan geçtik huzuru bulabilsek o da yeter bize.
Yaz henüz bitmemiş, ilk çocuğa gebe değildi, hayallerini yitirmemiş, sigaraya da başlamamıştı, önemsiz şeylere takılıp kalmazdı, insanların aklından korkunç şeyler geçtiğini de o zamanlar bilmezdi.
Hava karardı ışığı yakmayı unutmuştu radyoda bir Neşet Ertaş türküsü çalmaya başladı: cahildim dünyanın rengine kandım...

17 Eylül 2011 Cumartesi

Korkuyorum

Korkuyorum.
Seni değiştiren dünyadan, başkalarına inanmandan, bir başka kadını sevmek için bulduğun nedenlerden, başını alıp gitmenden, geçen zamandan, kullanıldıkça anlamını yitiren sözcüklerden, seni benden başka bir yöne yönelten şeylerden, beylik laflar etmekten, tutamayacağım sözler vermekten, aynaya bakmaktan yüzümdeki hüznü görmekten, söyleyemediklerimizden, davranışlarından anlam çıkarmaktan bu yüzden seni yanlış anlamaktan, kendimden, mesafelerden, tüm pazartesilerden, otobüs içindeki sinirli teyzelerden, başdöndürücü bir hızla gelişen teknolojiden, çağın gerisinde kalmaktan, oyunlardan, yeterince yaşamamış olmaktan, hata yapmaktan, umutlarımı harcamış olmaktan, hayallerimi kaybedip onları bulamamaktan, yalnız kalmaktan yalnızlığa alışmaktan, her şeyden, hiçbir şeyden, kısacası korkuyorum senden.

16 Eylül 2011 Cuma

Yirmibirinci Yüzyılda Ölmek

Farklı mı doğdum, insanlar mı beni bu hale getirdi, çok okumaktan mı oldu, farklı olmak için mi çalıştım, ben sıradandım da benim çevremdekiler mi farklıydı, yoksa hayatı mı farklı algılıyordum da her şey olması gerektiği gibiydi? bilemiyorum. Bilmediğim ne çok şey var.
Sadece diğerlerinden farklı olduğun, farklı davrandığın ve farklı şeyler söylediğin için bile seni acımasızca eleştirirler. Canını yakarlar.

Şimdi kötü fikirlerle dolu kafamın içi, yasaklasalar keşke beni. Onlara kötü bir şey yapmak istedim. Kendimi öldüreyim de üzülsünler, kahırlarından ölsünler bana yaptıklarına pişman olsunlar istedim. Sonra düşündüm yirmibirinci yüzyılda ayrılık acısı çabuk unutulur. İnsan kendini avutacak birini bulur. Belki kimseler üzülmez öldüğümle kalırım. Çabuk unutulurum. Ne de olsa üzüntüler geçicidir, ölüm kalıcı. Sonra niye öldürcekmişim kendimi? Nerde bende kendini öldürecek o cesaret. Her ne kadar yüksek bir binanın son katından kendini boşluğa bırakma fikri cazip gözükse bile korkağın tekiydim bu kadarını yapamazdım bilirdim. Hepinizden özür dilerim. Keşke biriniz öldürse beni.

Ayrılık acısı yirmibirinci yüzyılda tüm çağlardan daha kısa sürer.

Öfkeyle oynanan hep kaybettiren bir iskambil kağıdıyım ben. Erken kaybediyorum, tuttunamıyorum, ölemiyorum.

Yalnızsanız insanlardan fazla anlayış bekliyorsunuz demektir. İnsanlar neden söz ettiğinizi anlarlar sanıyorsunuz. Hayır anlamazlar. Kan kaybeden bir hasta gibi kelime kaybediyorum. Boyuna tükeniyor kelimeler, anlatacak çok şey var, dilimin ucuna geliyor söyleyemiyorum.

Hiçbir şeyi kaçırmamak için her yerde olmaya çalıştım; her yerde olmak hiçbir yerde olmaktır. Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim.

Onsekiz yaşımdayken hayallerle yaşabileceğimi düşündüm. Şimdi anlıyorum ki insan hayalkırıklığıyla yaşamasını öğrenmeli önce.


15 Eylül 2011 Perşembe

Ben Bu Yazıyı Sana Yazdım

Sevilmeyenler, sevilmediğini düşünenler yazı yazarak kendini sevdiremeye çalışırlar, sonsuz bir çabayla yazarlar. Yazdıklarımı severse belki beni de sever diye küçücük bir ihtimalin gerçekleşmesini beklerler.

Ben bu yazıyı sana yazdım. Beni yanına al; birazımı öldür birazımı sakla. Azgelişmiş bir ülke gibiyim, seni hangi cümlenin içine katsam biraz eksik kalır, kimsesiz. Kelimelerin anlamlarını da almışlar. Anlatamıyorum, sen anla. Susuyorsam, insan söyleyemedikleri kadar diyedir.

Bana iyi görünen bu dünyaya hiç de alışamadığımı düşünüyorum; dağılmış bir okul bahçesi misali bomboş kalıyorum. Öğrencisi olmadan ne yapsam anlamsız işte bu bahçe.

Bizler yeryüzüne serpilmiş yalnızlarız aslında, hayalet gibi ruhlarımız birazcık anlaşılmak birazcık sevilmek için deli gibi dolaşıyor dünya içinde, hiç olmazsa sev beni düşlerinin içinde.

Bir şeyi artık istemekten vazgeçtiğim zaman ona sahip olunabileceğini öğrendim. İşte böyle bir zamanda çıktın karşıma.

İnsanlar arasında sadece seni kavrayabiliyor beynim. En çok ve en uzun sana inanmak istiyor içim.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Yaşamın Yorgunluğu

Her şey değişiyor. Biz de değişiyoruz. Artık ben eski ben değilsem değişmişsem; yeniden başlatsak hayatı, yeniden başlasak yaşamaya, aynı hataları tekrar yapmamak, doğru yerde doğru zamanda doğru insanı bulsak ve orada kalmayı başarsak.
Mutluluk bir adım kadar yakın. Ama neye yarar? Düşmüşüm, dağılmışım, ayağa kalkamayacak kadar parçalanmışım, kendimi toplamam, kırıkları onarmam gerek. Gün gelir insan kendi kendini teselli eder.

Fikirler de alır başını gider. Beynimin içindeki düşünceler birbirinden bağımsız ve biraz öfkeli ve biraz aldırmaz hareket ediyorlar, tutamıyorum onları.

İnsan biraz kendi halinde kalmak, alışıldık bir yaşamın dışına çıkmamak, kalabalık içindeyse aşina olduğu bir yüze bakmak istiyor.

Bazen olur, toplum alır ameliyat masasına yatırır seni. En dayanıksız, en zayıf noktana vurular neşteri. Bilmezler ki yanlış teşhis, yanlış tedavi, iyileşmez bu hasta.

Hayatımı bir düzene koymam gerekiyordu. İşe nereden başlayacağımı bilmiyordum. Neyin benim için daha önemli olduğunu anlamaya çalıştım. Çok dikkatli davranmalıydım, önem verdiğim şeylerin sırasını karıştırırsam geriye dönüşü olmayan bir yola sapmaktan korktum. Korkuyordum. Bu yüzden hiç bir şey yapmadım. Uzay boşluğunda anlamsızca dolaşan bir çöp gibiydim. Kainatın içinde zerre kadar bile yer kaplamıyorken beni bulsunlar istedim. Beni bulsunlar varlığıma bir anlam katsınlar çünkü hayat varoluş mücadelesidir.

9 Eylül 2011 Cuma

Aklımın Kalan Yarısı

Aklımın yarısı yerinde değildi. Sağlıklı düşünemiyordum. İnsanların bunu farketmesinden bana deli demelerinden, bir akıl hastanesini unutulmuş bir odasına yatırılmaktan, tedavi ediyoruz diyerek zorla hap içirilmesinden, beynimin kalan yarısını da ilaçlarla uyuşturmalarından fena halde korkuyordum.

Aklımın kalan yarısını bir yerlerde ya da bir yerde unutmuş olmalıydım. Aklımın kalan yarısıyla yaşar mıydım, diğer yarısını bulur muydum, bulursam eskisi gibi olur muydum? Hiçbir fikrim yoktu.

Kaybeden olmak iş değildir, herkes yapabilir, herkes yapıyor. Herkes bir şeylerini kaybediyor bu hayatta ama çok azımız aklımıza mukayyet olamıyoruz. Bazen yarısını bir erkekte bırakıp geliyoruz.

Kaybetme sanatını öğrenenler, yaşama katlanabilme yeteneğini farkında olmadan geliştirirler. Katlanıyordum.

Diğer insanların sevdiği şeyleri ben sevmiyordum, Noel Baba'dan nefret ediyordum, palyaçoları çocukluğumdan beri sevmiyordum, geçmişimi sevmiyordum, geleceği düşünmek istemiyordum, futboldan, siyasetten, konuşmaktan, misafirliğe gitmekten, kuaföre gitmekten, oje sürdükten sonra kurumasını beklemekten, kalabalıklardan sıkılıyordum.
Geriye sevecek çok az şey kalıyordu. Bazen aklınızı başınızdan alan bir adam gibi.

Korkma, aç kapıyı dedim. Kalmaya değil; aklımın sende kalan yarısını almaya geldim.