24 Şubat 2011 Perşembe

Hepimiz Fena Halde Yalnızız



"Hepimiz fena halde yalnızız." Kim söylemiş bunu Rilke mi? Rilke'yi de anlamak istiyor insan. Sen de benim kadar yalnız mısın be adam demek geçiyor içimden. Peki beni kimler anlasın? Böyle bir beklentim yok artık. Beni anlayacak tek insanı ellerimle öldürmedim mi? Aslına bakarsanız şimdi ben de yaşamak istemiyorum. Onların düzeni bana hiç uymadı. Onların kelimeleri var, söyleyecek cümleleri var. Ne çok şey biliyor moden zaman insanı. Her konu hakkında herkesin bir fikri var. Ama bu onların bilgili olduğu anlamına gelmez.

"Hepimiz fena halde yalnızız." Ne güzel söylemiş ama. Sanki bütün güzel sözler söylenmiş gibi, kelimeler tükenmiş bize söyleyecek bir şeyler kalmamış gibi, gelişmekte olan ama bir türlü gelişememiş bir ülkede büyümek gibi bazı şeyler hiç anlatılamıyor. Çocukluğunu da yakalayamıyor insan.

Üçyüz kelime dağarcığına sıkışmış hayatlarımız var. "Ne güzel" yerine "negzel" diyor şimdi gençler. Bundan bir asır sonra "negzel" kelimesi "ne güzel" kelimesinden türemiştir diye anlatacak edebiyat öğretmenleri. İşte bu gerçekten çok eğlenceli.

Roman okuyan insana da küçümseyen gözlerle bakıyorlar artık. Türünün son örneği miyim ulan ben. İnsan roman okuyamaz mı? diye bağırasım geliyor. Geçen otobüste giderken kitap okuyan tek insan ben olduğum için böyle söylüyorum. Neyse bu onların ayıbı beni ilgilendirmez ne de olsa. Oysa otobüste benim gibi bir kişi daha kitap okusaydı ona karşı içimde gizli bir sevgi besleyecek acaba ne okuyor diye merak edecektim. Bu da onların kaybı olsun.

Annem aradı; sesi niye öyle? Benim için endişeleniyor. Bir sürü nasihat etti gene. Annem de bilmez nasıl yorgun olduğumu; üzülmesin diye bir şey söylemedim. Şimdi az konuştuğum için üzülmüştür. Anneler üzülecek bir şey bulur evlatları hakkında.

Aslında benim de söyleyecek sözüm var: "Yormayın beni." demek istiyorum tüm insanlığa er kişisine dişisine. "Yormayın beni." tüm hayatımı şu iki kelimeye sığdırabilirim. Çünkü yorgunum; uzun yoldan gelmiş bir yolcu gibiyim, uyusam geçer mi?

Bukowski bir yerde "yorma kendini" diyor.Tam olarak şöyle:

"Hayatta kimseyi değiştiremezsin

Ve kimse için değişmemelisin.

Ne sen başkası için mecburi istikametsin ;

Ne de başkası senin için.

Yorma kendini;

Bırak hayatına eşlik etmek isteyenler seninle gelsin."

Bukowski yakışıklı değil ama insan bir ömür yaşayabilir böyle biriyle tabii aldatılmaya dayanabilirse. Bukowski'nin suçu yok adam şair ne yapsın.

Hayatına giren her kişi arkadaşların, dostların, komşuların, sevgilin giderken senden bir şeyler götürüyorlar sanki. Gittikçe küçülüyorsun, kainatta insanın kendisini bir kum tanesi gibi bir nokta gibi zerre kadar hissetmesi bundan olsa gerek.

Gene de yaşıyor insan yaşarmış gibi yapıyor. Neticede kimse ölmüyor yalnızlıktan.

20 Şubat 2011 Pazar

Damdan Düşüp Başımı Yaran Şeyler


Neresinden baksam kendimi başarısız biri olarak gördüm. Beni başkalarının nasıl gördüğü çok mühim değil. Onlar ne derse desinler. Önemli olan insanın kendisini hayatta nereye koyduğu nerede görmek istediğidir.
Neden böyle düşünüyorum? Anne olduktan sonra bile kendisini yalnızca evlatlarına adamış annemle kendimi kıyasladığımda bile iyi bir anne olamadığımı düşündüm. Annem gibi değildim, başkaları gibi değildim, kendim gibi olmayı denedim.
Evlendikten sonra ki çok genç evlendim, evlenmeye çok meraklıydım galiba çünkü insan yirmili yaşlarının başında niye evlenir ki? Bunun bir başka açıklaması olamaz herhalde.
Ev hanımı olmayı bir türlü beceremedim. Kendisini ev işlerine adayan kadınlara hayranım, kendini çocuklarına adayan kadınlara hayranım kendini kocalarına adayan kadınlara hayranım...
Evhanımlığı konusunda -"evhanımı" ne demekse evli erkekler için de "evbeyi" desek- çok kötü değilim. Sadece turşu kurmak, reçel yapmak gibi ustalık gerektiren becerilerim yok ayrıca örgü örmeyi ve dikiş dikmeyi bilmem. Yalnız çok iyi ütü yaparım, iyi yemek yaparım sırf bu iki şeyi iyi yaptığım için bile eşim benimle evlenmiş olabilir, bilemiyorum bazı şüphelerim var.
Lise arkadaşlarım, üniversite arkadaşlarım mezun olduktan sonra bir çoğu çok iyi yerlere geldiler modern insanlar buna "kariyer yapmak" diyor. Bir çoğu kariyer yaptı. Bazılarıyla artık görüşmüyorum. Çünkü eşit değiliz ve bazıları bunu size bir şekilde hissettirir. ve ben bundan nefret ederim. Onlarla konuşmaktansa evimin tam karşısında ki büfenin sahibi ile ayak üstü muhabbet etmek çok daha keyiflidir.
İş hayatında yaptığımın en iyisini yapmaya çalıştım her zaman. Sadece kurumsal şirket anlayışına bir türlü alışamadım, yapamadım. Sessiz sedasız ayrıldım. Küçük bir işyerinde küçük bir odada astım olmadan çalışmak bana daha çok keyif verdi. Ama çok insan sizin nerede çalıştığınızı görevinizin ne olduğunu merak ederler böyleleri kurumsal bir şirket adı duymadıklarında hayal kırıklığı yaşarlar. Çalışacaksa bir Sabancı Bir Koç gibi holdinglerde çalışmalı insan.
Yönetici olmak hiçbir zaman istemedim kimseyi yönetemem ben yönetmek de istemem.
Bundan sonra hayatıma nasıl bir yön vereceğim belki bir düzine çocuk doğururum. Kendime güveniyorum bir tane doğuran daha fazlasını da doğurabilir. Kimbilir bir dahi doğururum insanlığa bir faydam olur. Henüz bu fikrimi eşime açmadım. Bugünlerde üstüne fazla gitmemeliyim. En son yüksek kattan kendini atarak intihar eden sevgilisinin arkasından atlayan adamın haberini okuduğumda eşime sen de benim arkamdan atlar mısın diye sormuştum. Artık sorularıma neden cevap vermediğini tahmin edebiliyorum. Umutsuz değilim. Kocam işten eve dönmeden önce ağzıma bir parça çikolata atacağım uzun zamandır çikolata yemiyordum ve sırf bu yüzden saçmalıyordum. Bir erkek saçmalayan bir kadına ne kadar tahammül edebilir ki. Bir yerde okumuştum, çikolatanın beyinde endorfin oranını arttırdığını, endorfin ise mutluluk kaynağıdır. Çaktınız mı?

18 Şubat 2011 Cuma

Biriktirdiklerim

Birikiyorlar, tıpkı gereksiz bir çok kağıt parçalarından kapanmayan bir çekmece gibi beynimin içi. Bir gün lazım olur diye biriktirdiğim ne varsa ağır bir yük gibi omuzlarımda şimdi.
Tam da böyle zamanlarda gitmek ister insan.
Nereye? Belki Çin'e.
Neden Çin? Bilmiyorum en son Çin'de geçen bir roman okumuştum okurken Çin'in sokaklarında ben de gezmiştim o köye sanki ben de gitmiştim.
Ben nerede değilsem orası iyi gelecekmiş gibi gelir.

Birikiyorlar ve giderek çoğalıyorlar. Gereksiz bir çok düşünce ve çoğu o kadar saçma ki. Yüzlerce saçma sapan düşünce .
Oysa kurtulmak için neler yapmamıştım ki. Kaliteli saydığım müzikler dinledim. Yeni filmler izledim hiç bir şey iyi gelmedi. Kimsesiz bir çocuğun hiç gelmeyecek ailesini beklemesi gibi ya da savaşta kaybolmuş oğullarını bekleyen gözü yaşlı analar gibi günlerim beklemekle geçiyor. Neyi bekliyorum bunu bile bilmiyorum ne kadar aptalım. Belki bugünlerde mutsuz olduğum için mutlu olacağım günleri beklemek gibi bir şey bu.

Sonra sizi anlamıyorlar. Belki onlar hiç sevgisiz kalmamışlardır, çevrelerinde mutlaka bir iki sevenleri bulunur.Bazıları bu durum karşısında son derece şımarık davranır. Belki şımarık davrandıkları için çevrelerinde sevenleri var. Olamaz mı?
Sevmek insanı yalnızlaştırıyor bilmezler. Kimsenin suçu değil bu.
Bu yüzden beni anlayacak birini bulamadığım için kimseye anlatamadığım için bir deli gibi iç sesimle konuşuyorum. Peki ben nerede hata yaptım? Nasıl bu kadar yalnız kaldım? Asla bu sorulara cevap vermiyor. İç sesim bile benimle baş edemiyor.

Herşeyden ama herşeyden insanlardan bu şehirden bu ülkeden kaçmak; dillerini dinlerini bilmediğim insanların arasına karışmak istiyorum. Çünkü iyi insanla kötü insanı ayıramıyorum. Emrah Serbes "İyiler ilk bakışta tanınmaz." diyor. Ne güzel söylemiş. İyi ki Emrah Serbes yazıyor iyi ki romanları var. İyi ki kitaplar var.Şimdi beni içine alan bir roman okurum bir kitabın tutsağı olurum kimbilir. İnsanın kendi kendine tutsak olmasından çok daha iyidir.

Şimdi kitap okumalı tüm hüzünleri sırları mutluluğu mutsuzluğu sevgiyi sevgisizliği ne varsa içimi dökmeliyim ve sıkıca bir şişeyi tıpayla tıkar gibi kitap bittiğinde bir daha açılmamak üzere kapatmalıyım neyim var neyim yok kitabın kapağıyla birlikte kapanmalı kimseler görmemeli bilmemeli yazarıyla roman kahramanlarıyla sırdaş olmalı ve Cemil Meriç'in dediği gibi "Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım ve kitaplardaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim." diyebilmeli.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Tehlikeli Şey Yaşamak

Tehlikeli iştir yaşamak. Bu yüzden herkes yaşadığını sanır ama yaşamaz. Mesela Oğuz Atay kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım der.

Tehlikeli iştir sevmek. Bu yüzden herkes sevemez. Sevdiğini sanır. Çünkü sevmek kendi Ben'inden vermektir. Her gün bir parça daha kopmaktır kendinden. Kimse kendinden uzak kalmak istemez.

Oysa yaşamak bir ustalık gerektiyor. Ve parmaklarımın arasından kayıp gidiyor zaman. Bir gün bile tehlikeli durabiliyor tüm yoğunluğuyla. Farketmeden yitirdiğimiz günlerimiz.
Ertelediğimiz, reddettiğimiz, küçümsediğimiz, yargıladığımız duygularımız.

Ellerimin arasından kayıp giden sadece zaman mı? Peki ya hayatım...
Yaşamayı tehlikeli bulduğum için yaşamaktan korktum hep.
Biliyorum dayanılır şey değil bu.
Ne var ki insanları sevdim ve sırf bu yüzden yaşama tutundum ben.

11 Şubat 2011 Cuma

Ne İçin Bekliyorum


Tam on yıl bekledim. O'nun dudaklarından dökülecek iki kelime için.
Beni on yıl bekleten duygunun adını tam olarak koyamadım bir türlü; biz ona tutku diyelim. Bazı şeyleri aklımızla anlayamayız.
On gün değil, on ay değil, on yıl beklemek delilikse evet deliydim.
Beklemeyi sevdim belki de...
Oysa O bana tam on yıl yağmurları anlattı bense yağmurları yağdırsın istiyordum beni hiç anlamadı.
Başkaları gibi olsaydım, hayatında birden fazla erkeğe aşık olabilen kadınlar gibi olabilseydim mesela. Keşke kendim olmasaydım bir başka kadın olurdum; hiç beklemezdim çeker giderdim.
On yıl hatta bir ömür aynı adama aşık olan kadınlar kategorisine giriyordum. Modern zamanlara aykırıydım. Kocası ya da oğlu askerdeyken sabırla bekleyen anneannelerimiz, babaannelerimiz gibi ben de sabırla bekliyordum.
Aşıktım ve O'nunda bana aşık olmasını istiyordum. Çünkü en çok aşıkken ihtiyaç duyarız eşitliğe.
Duygularımız eşit olsun istiyordum. Dengede olursa birbirimize duyduğumuz sevgi, terazinin eşit olması gibi mesela; ancak o zaman hayatıma normal insanlar gibi devam edebilirdim.

İşte O'nu tanıdıktan tam on sene sonra herhangi bir ayın herhangi bir günü günün herhangi bir saati hiç beklemediğim bir zamanda, artık ben vazgeçmek üzereyken çünkü vazgeçmek özgürlüktür; karşımda herzamankinden çok farklı, genelde umursamaz davranırdı bu sefer biraz kaygılı, belki vazgeçmek üzere olduğumu anladı bilemiyorum, yalnız kendinden emin karşımda, gözlerini güldüğü zamanlardaki gibi kısıp bakarak yıllardır duymayı beklediğim o iki kelime dudaklarından dökülüyor.
Sevinçten ağlayabilirim ama ağlamıyorum onu öyle iyi tanıyorum ki ota boka ağlanmasından hoşlanmaz ama bilmez ki ben on yıldır bugünü bekliyorum. Sokağa çıkıp herkese sarılasım var.
İlk önce hazır karşımdayken O'nun boynuna sarılıyorum.
Bir kadın için dünyanın en güzel saati şu an olmalı, dünyanın en mutlu kadınıyım diye düşünüyorum.

Bu kadar önemli miydi "Sana aşığım" cümlesi.
Söylemeseydi bir on yıl daha bekler miydim? Bilmiyorum.
Bir on yıl bekleyerek gençliğimi harcamışken, ömrümün kalan yarısını gene onun için harcar mıydım?
Şimdi değil de on yıl önce duysaydım o kelimeleri şimdi ki kadar kıymetli olmazdı benim için.
Bu yüzden hiç bir şey boşuna değil.
Giden gençlik olsa bile.